TARİH
Avrupa'da Sarmat-Alan İzleri; Kral Arthur ve Şövalyeleri Hakkında -II-
Yazan: Hayri Ata
Roma İmparatorluğu M.S. 100’lü yıllardan itibaren genişlemenin sınırlarına gelmiş ve artık elinde tuttuğu toprakları ve halkları idare etmekte zorlanmaya başlamıştı. Tarihte görülen tüm imparatorlukların ortak sorunu ile karşı karşıya idi: idare edemeyeceği kadar geniş bir alana yayılmış olmak.
Ek olarak giderek artan bir şekilde Roma topraklarında yeni bir din yayılıyordu. İsa peygamberin taraftarları mantar gibi çoğalıyor ve yayılıyor, imparatorluğun iç güvenliğini tehdit ediyorlardı. Roma M.S. 3’ncü yüzyıldan itibaren tüm politik ve askeri stratejisini yeni topraklar ele geçirmek üzerine değil ama elinde olanları korumak için yapmaya başladı. İngiltere, Galya (Fransa) ve İberya (İspanya) eyaletlerinde “bağımsızlık” hareketleri de giderek yükselmeye başladı. Buna bitmek bilmeyen taht kavgaları da eklenince Roma içeriden çürümenin tüm emarelerini göstermeye başladı.
3’ncü yüzyıldan itibaren askeri gücü elinde bulunduran generaller Senato’nun politik ve idari gücünü kırdılar ve kendi “vesayet” sistemlerini kurdular.
En büyük askeri gücü elinde bulunduran general ya kendini imparator ilan ediyor ya da kendine en yakın bulduğu varis adayı tahta çıkarıyordu. Yönetim krizine çare olarak 300’lü yılların başında İmparatorluk toprakları on iki parçaya ayrıldı ve bu topraklar eşit haklı dört “İmparator” tarafından paylaştırıldı (Tetrarşi). Bunlardan ikisi “Augustus” olarak anılacak yardımcılarına da “Sezar” ünvanı verilecekti.
Bu sistem de çare olmadı ve “İmparatorlar” kendi aralarında bölündüler. 312 yılında Konstantin ve Maksentius imparatorluk için karşı karşıya geldiler. Maksentius 306’da Italya, Korsika, Sicilya ve Kuzey Afrika’da imparatorluğunu ilan etti. Konstantin ise Doğu’nun başkenti sayılan Nikomedia (İznik) da aynı şeyi yaptı ve Maksentius’un imparatorluğunu tanımadığını açıkladı. Savaşmaya karar verdiler.
Konstantin bu arada kimi Hristiyan din adamları ile yakın bir ilişki geliştirdi. Onlardan açıkça etkilendi ve Hristiyanlara karşı iyi davranmaya başladı. Hatta ordularının başında Maksentius’e karşı Roma’ya doğru ilerlerken bir gece rüyasında İsa Peygamberi gördüğü iddia edilir. İsa ona “zafer müjdeler”.
Bu rüyadan da çok etkilenen Konstantin sayıca daha az olan ordusunu Maksentius’un kalabalık ve güçlü ordusu üzerine sürmekte tereddüt etmez. Roma’nın kuzeyinde yapılan savaşı Konstantin kazanır ve Roma’ya muzaffer bir İmparator olarak girer. Pragmatist ve kurnaz biri olarak bilinen Konstantin birçok reformlar yapar ve Senato’nun da desteği ile İmparatorluğu yeniden ayağa kaldırmaya girişir. En önemlisi de Hristiyanlar artık cezalandırılmazlar, ibadetlerini açıkça ve özgürce yapma hakları tanınır ve hatta İmparator danışmanları arasında çok sayıda Hristiyan din adamı da görülmeye başlar. Hristiyan din adamları vergiden muaf tutulurlar ve kiliselerin kurulması ve bağış alınması yasallaşır.
Bu arada Doğu Roma (Bizans) Konstantin’in kızkardeşinin eşi Licinius tarafından idare edilmektedir. Licinius inanmış bir “Pagan”dır ve Konstantin’in Hristiyanlık tercihini onaylamamaktadır. Gerçekte Licinius’un İmparatorlukta gözü vardır ve baştan beri İmparatorluğun kendi hakkı olduğunu düşünmektedir. Doğu ile Batı arasındaki bu gerginlik 324 yılında büyük bir savaşın çıkmasına neden olur. Önce Edirne yakınlarında karşı karşıya gelen iki ordu savaşırlar ve Konstantin savaşı kazanır. Licinius ve kurmayları kaçar, ordusu dağılır.
Licinius Anadolu’ya geçer ve yeni bir ordu toplar ve bu kez Üsküdar ile Kadıköy arasındaki düzlükte karşılaşırlar. Konstantin yine kazanır ve Licinius’u önce affeder sonra da öldürtür. Hristiyanlık artık resmen değilse bile hem Doğu’da hem Batı’da İmparatorluk dini olmuştur artık. Hristiyanlar artan bir hızla hem etkilerini hem de Kilise ve Manastır örgütlenmelerini geliştirir ve de facto hâkim din olurlar.
Konstantin 337 yılında ölünceye kadar Hristiyan dininin daha da gelişmesi ve Roma paganizminin etkilerinin silinmesi için çaba gösterdi. İstanbul’da Ayasofya kilisesini, Kudüs’te Süleyman tapınağının yanına büyükçe bir kilise yaptırdı. Maksentius zamanında Roma’da inşasına başlanan St. Peter kilisesini tamamladı. 400’lü yılların başlarına kadar Roma cephesinde kayda değer başka bir durum değişikliği olmadı.
Yukarıda kısaca bahsettiğimiz Alan ve Got kavimleri kitleler halinde hem güneyden hem kuzeyden Roma topraklarına girdiler demiştik (406 - 410). Hunların önünden kaçan bu kavimlerin amacı aslında Roma’yı yıkmak değildi. Asıl amaçları “El Dorado” olarak gördükleri Roma’nın bir parçası olmaktı. Kendi aralarında bölünmüş bir durumdaydılar ancak askeri olarak büyük bir güçtüler. Roma “Barbarlar”la hem savaşıyor hem de onlarla belirli vaadler ve ödünler karşılığında bir diğerine karşı ittifak yapıyordu. “Benimle ittifak yaparsan, benim için savaşırsan senin şu bölgeye yerleşmene izin veririm…” gibi.
Kral Goar yönetimindeki Alanlar Galya’nın kuzey batı bölgesini (Armorica) ve Loire havzasını işgal etmiş burada tek ve hâkim güç olmuştu. Roma ile anlaşarak bölgede Roma adına vergi toplama görevini almıştı (Tax collector) ve boyun eğmeyen yerli halkı yurtlarından ve topraklarından sürerek bölgeyi bir tür “ele geçirmişti”. Roma istediği zaman askeri olarak Roma saflarında savaşlara da katılıyordu. Güneye inen Respendial yönetimindeki Alanlar, Vizigotlar, Sueviler, Vandallar ve diğer kavimler Toulouse, Marsilya ve Pireneler üçgeninde hem birbirleriyle hem de Roma ile savaşarak kendilerine bir “yurtluk” edinme çabasındaydılar. Vizigot ve Alanlardan oluşan oldukça büyük bir askeri güç Bordeaux kentinin hemen güneyinde bulunan Bazas şehrini çembere alarak kuşattılar (414). Kentte bulunan Romalı komutan Alanlarla anlaştı ve kuşatmayı kaldırması ve Vizigotlara karşı savaşması karşılığında bölgede yerleşme izni vereceğini söyleyerek kuşatmayı kendi lehine çevirdi. Gerçekten de Alanlar bu kez dört ve sekiz tekerlekli arabalarını Vizigotlarla şehir arasında bir çember olacak şekilde konumlandırdılar ve Vizigotlara karşı cephe aldılar. Vizigotlar da kuşatmayı kaldırıp İspanya’ya geçtiler. Alanlar bölgeye yerleşerek Bordeaux’dan Marsilya’ya kadar olan bölgenin savunmasını üstlendiler ve Vizigotların tekrar geri dönmelerini engellemek için Pireneler üzerindeki geçitleri tuttular.
410 yılında Balkanlar üzerinden gelen Alan ve Vizigot birlikleri Kral Alaric komutasında Roma’ya girerek şehri yağmaladılar ve sonunda Roma ile anlaştılar. (Kayıtlarda Alaric Vizigot Kralı olarak geçer, ancak “Alaric” isminin etimolojik kökeninin “Ala(n)Rex”, Alan Kralı olma ihtimali daha güçlüdür. “Rex:Ric” Latince “Kral” sözcüğünün dönüşmüş formudur…) Bu savaşlarda Radagaisus adındaki Alan kralı ölünce birlikleri Alaric komutasındaki Vizigotlara iltihak etti. Bu Vizigotlar ve Alanlar Roma tarafından İspanya’da Federe statüsü talepleri reddedilince Roma’ya savaş açan Vizigot, Alan, Vandal ve Suevilerin başlattığı ayaklanmayı bastırmak üzere İspanya’ya gönderildiler…
Roma orduları yenildi ve İspanya bu güçler tarafından savaş ganimeti gibi paylaştırıldı…
Portekiz’den Barcelona’ya kadar olan Lusitania bölgesi Alanlar tarafından alındı ve burada kendi krallıklarını kurdular. Roma ile savaşlar 429 yılına kadar devam etti ve nihayetinde Roma savaşı kazandı. Alan kralı Addac bu son savaşta ölünce Alanlar Vandallara karıştı ve birlikte Kuzey Afrika’ya geçerek bugünkü Tunus topraklarında bulunan Kartaca’da Alan-Vandal krallığını kurdular. Bu krallık 537 yılında Bizans İmparatoru Justinien tarafından ortadan kaldırıldı. (Rivayet edilir ki Justinyen Alan Vandal Krallığını ortadan kaldırınca bu krallığa bağlı Alanları toplu olarak Anadolu’ya getirdi ve onların savaşçı yeteneklerinden yararlanmak ve Perslere karşı sınırı korumaları için bugünkü Dersim –Tunceli- Malatya yöresine yerleştirdi. Zaza Kürtleri’nin ve aralarındaki sarışın, mavi, yeşil gözlü Kürtlerin aslı bu Alan kabilelerdir(!) diye bir iddia da vardır…“Der:Dar:Duar:Kapı; Sim: Gümüş; Dersim: Gümüş Kapısı (!)…” )
410 yılında İtalya’yı yağmalayan Alan ve Gotlar hakkında önemli ve ilginç bir olay anlatılır. Bir gurup savaşçı kentte “ganimet” ararken bir kiliseye girerler ve kilisenin bakımından sorumlu bir “Bakire” karşılar onları. “Altın ve gümüş var mı?” diye sorarlar “Bakire”ye… O da “Var, hem de çok”, diye yanıt verir ve onları mahzende büyükçe bir salona götürür. Savaşçılar gözlerine inanamazlar; salon ağzına kadar altın ve gümüş eşyalarla doludur. Bakire “Bunlar kutsal emanetlerdir ve aralarında (Havarilerden) St. Peter’in kullandığı bazı eşyalar da vardır… Ben onları artık koruyamayacağım ve bu görev bundan sonra sizin olacak… Eğer onları gereği gibi koruyamazsanız “öte tarafta” çok kötü cezalandırılırsınız…” gibi laflar eder. Bu “Kutsal emanetler” arasında Hz İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki akşam yemek yerken kullandığı bir “içki kupası” (Holly Grail-Chalise) da vardır. Henüz yeni Hristiyan olan savaşçılar korku ve paniğe kapılırlar ve durumu Kral Alaric’e bildirirler. Alaric de henüz Hristiyan olmuştur ve 1,5 tonluk “Hazine”nin St Peter Kilisesi’ne taşınmasını ve derhal koruma altına alınmasını emreder. Alaric Roma adına İspanya seferine hazırlanmaktadır. Bazı tarihçilere göre M.Ö. 70’li yıllarda Filistin’i ele geçiren Roma “Hz Süleyman’ın Hazinesine” de el koymuş ve onu Roma’ya taşımıştır. Alaric İspanya seferinden dönerken yolda ölünce “Kutsal Emanetler” bir tür sahipsiz ve korumasız kalmıştır.
Gene rivayet edilir ki Alaric Alan cenaze törenlerine uygun olarak beraberinde çok miktarda altın ve gümüşle birlikte (!) bir nehrin içinde açılan mezara defnedilir. Yerine geçen eniştesi Athaulf “Hazine”den kurtarabildiklerini kurtarır ancak hazinenin büyük kısmı “kaybolur”. Alanlardan henüz Pagan olan bir gurup bu “Kutsal emanetleri” Pireneler’de bir yerlere gömmüştür ve bugüne kadar dahi izine rastlanmaz bu gömülü hazinenin. O tarihten beri bu “Kayıp Kutsal Hazine” birçok efsaneye kaynaklık edecektir.
Batı Roma 475 yılında resmen ortadan kalktı ve Fransa’da Franklar Clovis (Claudas)’in ardından Merovenj hanedanlığını kurdular. Alanlar Armorica ve Aquitaine bölgelerinde Büyük Toprak Sahibi olarak da bilinen Fransız Aristokrasisinin temellerini attılar… (Kont-Vassal-Serf sistemi) “Kont” ünvanlı Alanlar kendi topraklarında merkezden bağımsız ve başına buyruk bir yönetim sistemi geliştirdiler. Hanedanın askeri danışmanları Alanlardan oluşturuldu ve atlı askeri birliklerin kurulması ve yönetimi Alanlara verildi. Şövalyelik kurumsallaştı. Alanlar çok kısa bir sürede Hıristiyan dinini benimsediler ve kiliseye bağlandılar. Fransız Katolik Kilisesi’nin en etkili ve yetkili yönetici ve din adamları Alan kökenli din adamlarından oluştu. Alanlar Fransa’da ve İngiltere’de Hristiyanlığın yayılması için çok aktif olarak çalıştılar. Ancak Alanların kendi Hristiyanlık yorumları, Arianizm, –ki İskitlerden miras birçok özellik taşıyordu- öteki din adamları ile çatıştı ve birbirlerine karşı cephe almaya başladılar.
Şimdi konuyu fazla dağıtmadan tüm bu anlatılan olayların Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgisine geçelim.
İddiamız odur ki Kral Arthur ve Şövalyeleri efsaneleri İngiltere ve Fransa’ya göç eden Sarmat (Iazgiler) ve Alanlar tarafından “üretildiler” ve 11 ve 12’nci yüzyıllarda ilk kez yazıya dökülerek bugüne kadar gelmeleri sağlandı. Bu efsanelerde Kelt etkisi ve mirası da belirgindir, ancak asıl kaynak Nart Destanları’dır. Bu efsanelerdeki kişilikler, semboller ve olaylar büyük ölçüde “Nart Destanları”ndaki kişi, olay ve semboller ile örtüşmektedir. Bu örtüşme sadece efsaneler arası bir örtüşme değildir; Alanlar özellikle Katolik dininin kimi temel sembollerinin de taşıyıcıları oldular: Hz İsa’nın “son yemek içki kupası” (Holly Grail) ve Haç (Cross) sembolü gibi. Bunlar yukarıda bahsettiğimiz İskitlerin Kuruluş Efsanesi’nde adı geçen “Gökten düşen üç altın nesne”den Kılıç (Haç) ve Kupa (Nartamongae)nin uyarlanmış simetrileridir.
Hristiyanlığın “barışçı” ve “boyun eğmeği mücadele etmeye” tercih eden (Bir yanağınıza vururlarsa siz ötekini de çevirin) temel anlayışını değiştirdiler ve “Din için sadece tevekkül içinde ölerek değil öldürerek de hizmet edilebilir” diyerek Haçlı seferlerine savaşçı bir özellik kattılar. 12’nci yüzyılda (1119) örgütlenen ve 14’ncü yüzyılda (1307-13) kanlı bir şekilde ortadan kaldırılan Tapınak Şövalyeleri’nde Alan izleri çok belirgindir. Fransa kralı “Yakışıklı Philip” ve Kilise tarafından ortadan kaldırılan Tapınak Şövalyeleri yeraltına geçerek iki üç asır sonra İskoçya, İngiltere ve İrlanda’da Mason Locaları içinde tekrar ortaya çıktılar. İsviçre’nin kuruluşunda hem askeri olarak hem de finansal olarak çok büyük katkıları oldu. İsviçre Bankacılık Sistemi’nin kökleri Tapınak Şövalyelerinin “Bankacılık” faaliyetlerinin devamıdır…