TARİH
Göç Hikayesi: Neden ve Nasıl Geldik?
Yazan: Kanukatı Yinal
Kaynak: Nogzau Dergisi 2004 Sayı 6, 2005 Sayı 1-2
Özet Tercüme: Hayri Ata
Şamil’in yenilgisinden sonra Kafkas halkları çok büyük bir üzüntü ve hayal kırıklığı ile yıllardır sürdürdükleri kahramanca mücadelenin sonuna geldiklerini anladılar. Özellikle Dağlılar arasında yayılan bir söylenti onları daha da büyük bir sıkıntıya sokmuştu: “Çocuklarınızı (Ruslar) askere alacaklar, kadınlarınızı askerlere dağıtacaklar”, diye. Bu tür söylentilerden sonra birçok aile “İstanbul’a gidelim, orada kendi başımıza buyruk yeni bir hayat kuralım, çocuklarımızı asker yaptırmayalım, ailelerimiz güvende olsunlar”, diye karar almışlardı. (O zamanlar Osmanlı ya da Türkiye değil, gidilecek ülke anlamında İstanbul deniyordu).
Böylece, Dağlılar 1859 yılında büyük felaketten sonra Türkiye’ye göç etmeye karar verdiler.
“Orada dindaşlarımız yaşıyor, diyorlardı, orada ölülerimizi dinimize uygun olarak toprağa veririz, atalarımızın ve gençlerimizin uğruna kanlarını akıttıkları bağımsız yeni bir yaşam kurarız. Biz artık Ruslarla birlikte yaşayamayız. Kıyamet günü şehitlerimizle yüz yüze geleceğiz ve onlar bize kâfirlerle neden birlikte kaldığımızı soracaklar. Ne cevap vereceğiz onlara o zaman?” Dağlı Müslümanlar böyle konuşuyorlardı ve nihayet neleri var neleri yok satarak Türkiye’ye göç etmek için ayağa kalktılar.
Özel ve en gerekli eşyaları ve çoluk çocuklarını öküz arabalarına doldurarak ve doğdukları topraklara acı bir “elveda” deyip mutluluk ve daha iyi bir yaşam umuduyla uzun, çok uzun bir yolculuğa çıktılar.
Ne yaptıklarını, gerçekte nereye gittiklerini biliyorlar mıydı acaba? Hayır, bilmiyorlardı. Onların bildikleri tek şey dünyanın öbür ucunda İstanbul adında bir ülke vardı ve orada dindaşları yaşıyordu. Onları gitmeye ikna etmek isteyenlerin dediği gibi, o ülke cennet gibiydi ve orada çok mutlu olacaklardı.
Oysa onlar ne büyük bir yanılgı içinde olduklarından habersizdiler. Göç yollarına düşenler yanıldıklarını ve yanıltıldıklarını anladıkları zaman kendilerini aldatanlara, onları bu çileli yollara çıkaranlara kahrettiler, ama artık çok geçti.
Bu göç hikâyesinin yazarı da 1860 yılında onların arasındaydı ve bütün bu felaketleri anlatırken aslında o kendi hikâyesini anlatıyor.
Ben de Müslüman İron’um. Kanıkuatelerdeniz. Biz o dönemlerde de bugün de tanınan Uezdan bir aileyiz. Babam köy sahibiydi. Ruslara karşı silahlı mücadeleye aktif olarak katılmadı ama katılanlara yardım etti ve o Rusların Dağlılara karşı yaptıkları operasyonlara tanık oldu.
Şamil’in yenilgisinden sonra Dağlılar arasında kimi gerçek kimi rivayet olan ama korku ve endişe yaratan söylentiler Ruslarla savaşa katılmamış olan Müslüman İronları da etkiledi ve onlar da korkmaya ve endişelenmeye başladılar. Bunlara daha iyi yaşam umudu da eklenince onlar da İstanbul’a göç etmeye karar verdiler. Benim amcam da onların arasındaydı. O askerlik görevini süvari olarak yapmıştı ve çok saygı duyulan biriydi. O da Türkiye’ye gidilmesi için çalışıyordu ve “bizi buralarda yaşatmayacaklar ve eğer İstanbul’a gidersek daha iyi bir yaşam kurabiliriz”, diyordu.
Aslında bunlar onun kendi düşünceleri değildi ama Müslümanlar birlikte olduklarında kendilerini daha da güvende hissediyorlardı.
Ancak Dağlılar arasında onlara doğruları söyleyecek, bu yanlış tercihlerinden vazgeçirecek birleri çıkmadı. Amcamın anlattıklarına göre bu yalınayak ve yoksul insanlar bir an evvel gitmeye can atıyorlardı. Sayıları da günden güne daha da artıyordu.
Babam doğduğu toprakları terk etmeye razı olamıyordu. Amcam, “yalnız başına Ruslar’ın arasında kalırsan ne yaparsın”, diye soruyordu ona. “Sülalemizin en iyileri gittikten sonra sen burada ne yaparsın, nasıl yaşarsın? Sen de bu ailenin bir üyesi değil misin?” Her gün bu gibi sözlere muhatap olan babam da sonunda razı oldu.
Ben o dönemlerde Kafkas okullarından birinde öğrenciydim. Öğretim yılının ortalarında babam okul idaresine bir mektup ve benim için para gönderdi ve onlardan beni izinli saymalarını ve eve göndermelerini istedi. Benimle beraber birkaç arkadaşımı da hazırlayıp bizi Dsaeydcıxaey’e gönderdiler.
Kardeşimle beraber, doğduğum ve çocukluğumun geçtiği köye yaklaştıkça sevinçten kalbim daha hızlı çarpmaya başladı. Ağlamaklı oldum. Köye iyice yaklaşınca kardeşimden birkaç Müslüman ailenin ardından köylülerin İstanbul’a gitmek üzere hazırlanmak için bir başka köye gittiklerini öğrendim. Biz de onlara katılacak İstanbul’a gidecektik. Ben okulumdan neden çağrıldığımı şimdi anlamıştım. Bu benim çocuk yüreğimde daha da derin bir yara açtı ve toprağında ot dahi bitmeyen, çölün ortasındaki İstanbul hakkında çok kötü şeyler düşünmeye başladım. Herhalde Muhammed Peygamber hakkında duyduklarım ve öğrendiklerimden dolayı böyle düşünmüş olacağım.
Hemen evimize gittim. Çocukluğumun geçtiği evi tanıyamadım. Babamın temiz ve düzenliliğinden dolayı benim için bir saray gibi olan evimizden ve bahçemizden eser yoktu. Bahçe duvarları yıkıntı haline gelmiş ve ısırgan otları tarafından sarılmış tanınmaz haldeydi.
Bir duvarın yakınında iki çadır vardı. Çadırlardan yüksek sesle konuşmalar işitiliyor, biraz ileride de üzerleri İran dokuması kalın kumaşlarla örtülü birkaç araba hazır bekliyordu. Çadırları, yeni arabaları ve bakımsız duvarları görünce insanların uzun bir yolculuğa hazırlandıklarını ve köylerini dönmemek üzere terkedeceklerini anladım.
Evden içeri girer girmez annemle karşılaştım. Gözyaşlarını saklamaya çalışarak beni sıkı sıkıya kucakladıktan sonra: “İstanbul’a gidiyoruz yavrum! Baban artık buralarda yaşamak istemiyor”, dedi.
Annemin üzüntüsü bana da geçti ve bütün gün ağladım, annem de yanımdan ayrılmadı ve kederli sözleriyle beni iyice hüzünlendirdi.
-Ben İstanbul’a gitmeyeceğim, dedim anneme hıçkırıklar içinde.
-Töbe estağfurullah! O nasıl söz öyle? Allah korusun, ya baban duyarsa bu söylediklerini, diyerek annem beni sakinleştirmeye çalıştı.
Babam işleri nedeniyle iki haftalığına Keşeg’e gitmişti. Kendisine gitmek istemediğimi söylesem beni azarlar ve dinlemezdi, biliyorum. Ama ben yine de kafamda ailem gitse de ben burada akrabalarımın yanında kalabileceğime dair planlar yapıyordum. Akrabalarım beni seviyorlardı ve buna itiraz etmezlerdi.
Babam dört beş gün sonra eve döndü. Biz de bu arada gerekli tüm hazırlıkları tamamlamıştık ve yola çıkmaya hazırdık. Babam evleri ve tarlaları satmıştı ve kalan eşyaları da arabalara yükledik.
Artık bir başkasına ait olan evimizde tüm akrabalar, komşular ve köylüler bize “faendarast” demek için toplanmışlardı. Hizmetkârlar son eşyaları da arabalara taşırken kadınlar o ana kadarki sessiz ağlamalarını artık saklamaya gerek görmeden yüksek sesle ağlamaya başladılar. Anneme, bana ve kızkardeşlerime son kez sarılıyorlardı. Sadece küçük kardeşim orada değildi. Biryerlerde saklanmış olmalıydı. Herkes onu aramaya başladı. Sonunda hizmetkârlardan Mycı onu ot yığınının altından çıkardı. Çok iyi hatırlıyorum, kardeşim Mycı’nın kucağında onun güçlü kollarından kurtulmak için bir yandan kol ve bacaklarıyla mücadele ederken diğer yandan ağlayarak, “Bırakın beni, istemiyorum! Gitmek istemiyorum”, diye yüksek sesle ağlıyordu.
Mycı onu arabanın üstüne koydu. İyice yorulup uyuyuncaya kadar sessiz sessiz orada da ağlamaya devam etti.
Aslında bu hiç bilmediğimiz, tanımadığımız ülkeye gitmek isteyen yoktu aramızda. Eğer babam anneme ve çocuklarına sormuş olsaydı ben eminim ki o da bizim gibi gitmekten vazgeçerdi. Ama onun aklına bizim ne düşündüğümüzü sormak gelmedi. Ailenin şefi oydu ve onun düşünceleri ve sözleri kanun yerine geçerdi, anneme de görüşlerini söyleme hakkı düşmezdi.
Dışarıdan araba tekerleklerinin sesleri geliyordu, öküzler arabalara koşuluyordu. Sonunda hizmetkâr içeri geldi ve “Yola çıkma zamanı geldi. Öküzleri koştuk ve hazırız”, dedi. Ardarda kapıdan dışarı çıktık.
Bugün gibi hatırlıyorum annemin eşikten aşağı inişiyle birlikte nasıl hıçkırıklara boğulduğunu. Annemin çocuk yüreğimi parçalayan bu ağlama sahnesi hiçbir zaman hafızamdan silinmedi.
Arabalar ağır ağır hareket ederken biz de arkalarında tıpkı bir cenazenin ardından yürür gibi yürümeye başladık. Yolun iki kenarında kadınlar, çocuklar ayakta, erkeklerse atların üstünde bize “iyi yolculukar” demek için toplanmışlardı. Kadınlar önlerinden geçerken erkekler atlarından indiler ve başlarını öne eğdiler.
Kadınlar geçerken gözyaşlarını ve sessiz hıçkırıklarını saklayarak onların uzaklaşmalarını beklediler. Hepsi akrabalarımız ve tanıdıklarımızdı. Bizi uğurlamaya gelmişlerdi.
Köyden biraz uzaklaştıktan sonra arabaları durdurduk ve bize eşlik edenlerle vedalaşmak için aşağı indik. Hepimiz ağlıyorduk. Arabalar yeniden hareket edince geriye dönüp kalanlara şöyle bir baktım; kadınlar hareketsiz, taş gibi yolun kenarında durmuşlar hırkalarının ucuyla gözyaşlarını siliyorlardı.
Amcamın arabalarıyla birlikte on arabamız vardı. Ertesi günü diğer köylerden gelen muhacirlerle buluşma yerine gidecektik. Orada İriston’dan İstanbul’a gidenlerin hepsi biraraya toplanacaktı.
Babam ve amcam bizimle değildiler. Onlar atlarla önden gidiyorlardı. Ardon’da İstanbul’a giden birkaç araba daha bize katıldı.
Akşama doğru dağın eteklerindeki toplanma yerine vardık. Karanlık çökmek üzereydi ve sağda solda yanan ateşler görünüyordu. Dağdan aşağılara doğru akan suların sesleri ve daha uzaklardan koyun ve köpek sesleri duyuluyordu.
“Nihayet, işte toplanma yerine vardık”, dedi hizmetkâr arabaları durdurduktan sonra.
Ayışığı da yoktu ve ben ne kadar insanın ne kadar arabanın toplandığını göremedim. Sadece orada burada yanan ateşler görülüyordu.
Arabanın altında bir yer hazırladık, karnımızı doyurduktan sonra yatakları serip yattık. Ben arabanın altında etrafa bakınırken arabanın üstündeki annemin ağlamalarını işitiyordum. Çok geçmeden uyumuşum.
Sabah uyandığımda etrafa bakınca dağın eteklerinde sayılamayacak kadar çok araba gördüm. İnsanlar sağa sola gidip geliyorlardı. Daha uzaktan ise birilerinin şarkı söylediğini duyuyordum. Kardeşime bu şarkı seslerinin nereden geldiğini sorunca bana Dselikkatı Axmet’in İstanbul yolcularına “faendarast” demek için bir tören (kuvd) düzenlediğini ve şarkı seslerinin oradan geldiğini söyledi.
Ben de oraya gitmek için ayağa kalktım ve yürümeye başladım. Erkekler aralarında bir koridor oluşturacak şekilde karşılıklı taşların üzerine oturmuşlar konuşuyorlardı. Ardından Dselikkatı Axmet’in kestiği öküzün pişmiş etlerini getirip erkeklerin arasına uzattıkları tahtanın üzerine dağıttılar.
Sofranın büyüğünden (fıngı xisdaer) biraz uzakta gençler bir gurup oluşturmuş koro halinde şarkı söylüyorlardı. Bu şarkı bilinen bir şarkı değildi, gençler biribirlerinin ağzından şarkı sözlerini alıyor ve istediği sözleri makama uygun olarak söylüyordu. Yeni bir şarkı besteleniyordu. Daha küçük çocuklar bu yeni şarkının sözlerini mutlulukla biribirlerine tekrar ediyorlardı. En sonunda yeni şarkının sözleri ve makamı tam olarak ortaya çıkmıştı:
Стамбулмæ цæудзыстæм,
Стамбулмæ, лæппутæ,
Ой-та-рира, ой-рира!
Нæ фæндаг амондджын
уыдзæн Хуыцауы фæрцы,
Ой зæгъут, лæппутæ, ой!
İstanbul’a gideceğiz,
İstanbul’a laeppytae,
Oy-ta-rira, oy-rira!
Yolumuz açık olacak
Allah’ın izniyle,
Oy deyin, laeppytae, oy!
Sonra Dselikkatı Axmet söz aldı ve: “Allah yardımcınız olsun! Öyle bir şarkı yaratın ki terk ettiğiniz anavatanımızın adına layık bir şarkı olsun!
Şarkıcılar mutluluk ve endişeyle karışık duygularını saklayamıyorlardı. İnsanlarda hazırlandıkları uzun yolculuğun ardında kendilerini neyin beklediğini bilemeden bu mutlu ve endişeli tabloya karışıyorlardı.
Hala net olarak hatırlıyorum; her mola verişimizde genç kızlar temiz ve yeni şalvarlarını giyer ve suların kenarında yoruluncaya kadar dans ederlerdi. Geceyarısında bile İron fendırın nağmeleri ve gençlerin kahkahaları dağların yükseklerine kadar çıkar oradan gökyüzüne ulaşırdı.
Ancak bu mutluluk ve neşe çok sürmedi. Gerçeklerle karşı karşıya geldiklerinde muhacirlerin neşesi ve mutlulukları saman alevi gibi sönüp gitti. Bitmeyen dağ yolları, tükenen sabırlar, hastalanan yaşlı ve çocuklar… Meçhule doğru giden bu kervanın mensupları artık yüksek sesle: “Nereye gidiyoruz? Neden anavatanımızdan kaçıyoruz? Biz ne arıyoruz?”, demeye başladılar.
Onlar geriye daha sık dönüp terk ettikleri topraklara bakıyorlardı. Ben eminim ki bir çokları tekrar geriye dönmek için bir bahane arıyorlardı ama gururlarına yediremiyorlardı dönmeyi, gülünç duruma düşmekten ve alay edilmekten korkuyorlardı.
Yollar daha da darlaşıyordu. Birbiri ardı sıra giden arabaların geçemeyeceği kadar dar yollardan gidiyorduk. Öküzler ve atlar dolu arabaları yukarı çekmekte zorlanmaya başlayınca erkekler arabaları yukarı doğru iterek dağın tepesine ulaşmaya çabalıyorlardı. Akşam karanlığına kadar birkaç araba tepeye çıkarılabilmişti ama çoğu araba hala dağın eteklerinde kalmıştı. Mola verildi ve ertesi gün kalan arabaları da tepeye çıkarmak için insanlar dinlenmeye çekildiler. Bütün arabaları tepeye çıkardıktan sonra tekrar dağın öteki tarafından aşağı inmek gerekecekti. Yollar bir arabanın rahat inemeyeceği kadar dar ve uçurum kenarlarından geçiyordu. Eğer iyi idare edilmezse araba üzerindeki yük ve öküzlerle, atlarla beraber uçurumdan aşağı yuvarlanabilirdi.
Uçurumdan aşağılarda, derinlerden gelen güçlü bir su sesi ve taşıdığı kayaların gürültüsü birbirine karışıyordu. Öküzler ve atların dilleri dışarıda ve nefes almakta zorlanıyorlardı. En önde bizim mollanın atların çektiği arabası gidiyordu. Üç oğlu arabanın yanında kendisi ise arabanın ardından uçurumdan aşağı doğru endişeli bakışlarla yürüyorlardı.
Bu arada aniden arabayı çeken at öndizleri üzerine düştü ve gözaçıp kapayıncaya kadar araba atla beraber aşağı yuvarlanıp suyun içinde kayboldular.
“Kurtarın, kurtarın!” diye bağırıyorlardı Molla ve oğulları. Arabalar durduruldu. Bu arada Mollanın oğulları hızla giysilerini çıkarıp arabalarını ve atlarını kurtarmak üzere kendilerini suya attılar. Diğer erkekler de onlar gibi yaparak suya girdiler ve atı arabadan kurtardılar. Araba kullanılamaz haldeydi ama birkaç parça eşyayı yukarı çıkarmayı başardılar.
Şimdi atı yukarı çıkarmak gerekecekti, ama nasıl? Birileri ip getirdi, birileri uzun ve ince ağaçlarla ata sudan çıkması için yardım ediyorlardı. Ama başaramadılar. At sahiplerinin üzgün bakışları arasında suların içinde yuvarlanmaya başladı ve hızla gözden kayboldu.
Tekrar yola koyulduk. Bir süre sonra araba yolunun sular tarafından altının oyularak çökertildiğini ve geçecek yer bulunmadığını fark ettik. Yapılacak bir şey yoktu. Akıllı birileri uygun bir yer bulup suyu karşıya geçmeyi ve oradan devam etmeyi önerdi. Bu zor ve meşakkatli teklifi kabul etmekten başka çare yoktu. Nihayet suyu karşıya geçecek uygun yer bulundu ve tam dört gün boyunca önce eşyaları taşıdık karşıya, sonra çocuk ve kadınlar geçirildi ve nihayet büyük zorluklardan sonra arabalar, atlar ve öküzler karşıya taşındı.
-Adın lanetli yol olsun! Bize bu kadar acı çektirdin sen, dediler yaşlılar hep birlikte.
Yavaş yavaş herkes sakinleşti ve İstanbul’da bizi bekleyen mutlu ve rahat hayatı konuşmaya başladık, keyfimiz yerine gelmişti yeniden.
Kaç gün, kaç hafta, kaç ay yollarda geçirdiğimizi saymaktan vazgeçtik ve bir gün nihayet Batum’a vardık. Zorluklarla dolu, çileli yolculuk nihayet sona ermişti. Dinlenmek için hazırlandık. Türk valisi her aile için bir çadır hediye etti. Çadırları kurduk ve içine yerleştik.
Bir süre sonra rüyalarımıza giren Karadenizi gördük. Bize denizin ne kadar geniş ve büyük olduğunu söyleyenlere inanmıyorduk ama doğruydu, işte gözlerimizin önündeydi, upuzun, geniş ve sonsuz büyüklükte. Sahilde en az on dağ evi büyüklüğündeki vapur dalgaların üzerinde beşik gibi sallanıyordu.
-“Gerçekten şu vapurla mı gideceğiz İstanbul’a? Hayır, olamaz! Bu vapurda insan çok kolayca denizde kaybolur. Hayır, hayır, vapurla olmaz”, diye kendi aralarında konuşuyordu muhacirler.
Ne kadar mutluyduk denizin kenarında bu büyük ve sonsuz suya bakarken. Hayret ve sevinç içinde kıyıya vuran dalgaların çıkardığı bembeyaz köpükleri seyrederken yollarda geçirdiğimiz zorlukları, acıları ve yorgunluğumuzu unutmuştuk bile.
Batum’a alışmaya başladık. Yorgunluğumuz gitmiş yeniden kendimizi bulmuştuk. Gençler Batum halkına at üstünde gösteriler ve kama dansları yaparak kendimizi gösterelim dediler.
Batumlular “Çerkeslerin” gösteriler yapma niyetini öğrenince bir tepenin üzerinde toplandılar ve heyecanla beklemeye başladılar. Halkın güvenliğini sağlamak amacıyla Vali çok sayıda asker getirtti meydana. Batum halkı, yanık yüzlü Türkler bize neşe içinde laf atarak “Çerkeslerin” gösterilerinin başlamasını bekliyordu.
Nihayet bizimkiler göründüler işte. Genç İronlar onarlı guruplar halinde atlarıyla dörtnala meydana girip gösterilere başlayınca alkışlar ve bağırtılar da artmaya başladı. Gençlerimizden biri dörtnala koşan atının üzerinde başı aşağıda ayakları yukarıda amuda kalkınca Türkler hep birlikte ayağa kalkıp “Vallahi çok iyi, çok iyi” diye bağırıyorlardı. Bir diğer atlı yine dörtnala koşan atıyla yere bırakılan bir bozuk parayı eğilerek yerden alınca benzeri bir hayret ve sevinç çığlıkları ile alkışlandı.
Bu gösterlerden sonra Batum halkı ve özellikle askerlerle arkadaş olduk. Askerlerin arasında iki de Rus vardı. Bunlar Dsaeydcıxaey cezaevinden firar eden iki Rus’tu. Bunu da öğrendikten sonra onları öğlen yemeğine çadırlarımıza davet ettik. Onlar Rus yemeklerinden “eyyı kaş” ve “kabuşka”yı özlemişlerdi.
Batum ve çevresinde her taraf elma ağaçlarıyla doluydu. Biz sabah çıkar ve yanımızda çuvallarla ormana gider çuvalları elma doldurup çadırlara getirirdik. Karnımız ağrıyıncaya kadar da yerdik. Büyükler bunu öğrenince bize çuvallarla elma taşımayı yasakladılar, “ayıptır”, dediler.
Batum’dan Konstantinopol’e vapurla gitmeye ancak birkaç aile cesaret edebildi. Molla da onların arasındaydı. Kalan büyük çoğunluk Kars’a gitmeye karar verdiler.
Batum’dan Kars’a gitmek te öyle kolay olmayacaktı; yollar çok kötüydü, ama biz Batum’a gelinceye kadar geçtiğimiz yollarla, çektiğimiz zorluklarla karşılaştırıldığında Kars’a kadar kolayca gidebileceğimize karar verdik. Ayrıca Türk vali bize eşyalarımızı taşımak için yeni arabalar vermişti.
Yola çıktık ama önümüzde yola benzer bir şey yoktu. Yeniden dağlardan, ormanlardan, coşkun suların içinden günlerce, haftalarca süren yol alıyorduk. Çoğu zaman yüklerimizin bir kısmını atmak zorunda kaldık. Yol genellikle sadece bir insanın yürüyebileceği kadar dardı. Babam arabanın yükünü çoğu kez atların sırtına bağlıyor, boş öküz arabalarını da yanımızda yavaş yavaş yukarı çıkarıyorduk. Bazen de arabaları, atları ve öküzleri ayrı ayrı bir yerden bir yere taşıyarak, sonra tekrar arabaları yükleyerek ilerlemeye çalışıyorduk. Bir ara boşta olan öküzler kafa kafaya dövüşmeye başladılar ve biri geri geri uçurumdan aşağı suya yuvarlandı.
-Ellax! En iyi öküzüm gitti, diye bağırdı babam, aşağıda akan suya bakarak. Öküz aşağılarda kayboldu. Babam çok üzüldü ve artık hiç konuşmuyordu. Bir ara “dizim kırıldı artık”, diyerek endişeli ve kızgın bir yüzle bir taşın üzerine oturdu.
Akşam oldu ve hava karardı. Kendimize kuytu bir yerler bulduk ve kardeşim ve kız kardeşlerimi yerleştirdik. Kardeşlerim açlıktan ağlıyorlardı. Yiyecek hiçbir şeyimiz kalmamıştı ve yapacak bir şey de yoktu. Sabahı beklemek ve yakınlarda bir köy aramak gerekecekti.
Sabah tekrar dağa yukarı doğru yola çıktık. Korkunç bir sıcak vardı, nefes alamıyorduk artık ve yakınlarda içecek su bile yoktu. Annem yanında hizmetkârıyla birlikte önden yürüyordu. Eşyalarını her ne kadar hizmetkârı taşıyor idiyse de yorgunluktan bir taşın üzerine çöktü. Onu gören diğer yorgun kadınlar ve çocuklar da onun gibi yaptılar ve onlar da oturdular.
Bir ara ağlamaklı ve yüksek sesle birinin “Su istiyorum! Susuzluktan öleceğim!” dediğini duydum. Sesin geldiği tarafa doğru dikkatle bakınca bunun hasta olan kızkardeşim olduğunu anladım. Onu sırtında taşıyan hizmetkârı uygun bir yerde yere indirdi ve annem kardeşimin başında diz çökmüş ne yapacağını bilmez bir halde üzerini örtmeye çalışıyordu. Kendisi de susuzluktan ölmek üzereyken birilerinin hasta kızına bir damla su getirmesi için yalvarıyordu.
Kendi susuzluğumu unutmuştum ve koşarak bir yerlerde su bulabilirim diye uzaklaştım. Ne kadar dolaştığımı bilemiyorum ama hiçbir şey bulamadan geri dönmek zorunda kaldım.
Herhalde bütün zorlukların ve acıların artık hissedilmediği bir sınır var ve biz o sınırı geçmiştik. Susuzluğumuzu hissetmiyorduk artık. Akşam mola verince hepimiz yorgunluğumuzu atmak üzere bir yerlere uzandık.
Ne kadar güzeldir gece yıldızları ve onların birbirlerine göz kırpan danslarını seyretmek. Yorgun vücüdunu okşayan hafif rüzgârı hissetmek. Ancak, hasta kardeşimin inlemeleri çabuk uyandırdı beni bu rüyadan.
Annem hasta kızının yanında diz çökmüş, çaresiz ve ağlayarak -sanki üşüyormuş gibi-üzerini örtmeye çalışarak bir şeyler mırıldanıyor. Zavallı annem! Kendisi bu uzun ve zorlu yolculuktan dolayı bir deri bir kemik kalmış olmasına rağmen, kendisi susuzluktan ölmek üzere iken hasta kızının başucunda onun kederiyle ve acısıyla ağlayan annem!
-Korkma, güneşim, korkma! İyileşeceksin, hastalığın geçecek!
Ama hayır, acı dinmiyor. Annem hasta çocuğunun yanında bir taş gibi bekliyor. Kim bilir, belki, tek ve büyük Tanrı annemin gözyaşlarını ve üzüntüsünü görür de bir şeyler yapar.
Hizmetkârın yaktığı ateşin etrafında, başlarımız yerde, oturduk ve susuzluğumuzu bastıran açlığımızı, hasta kardeşimin inlemelerini ve annemin sessiz ağlamalarını dinliyoruz.
Bir süre sonra hizmetkârımız: “İleride bir yerlerden köpek sesleri geliyor. Sanırım çobanlar orada gecelemiş olmalılar. Onların suyu da vardır”, diyerek sormadan uzaklaştı. Bir süre sonra sırtında bir koyunla geri geldi ve:
-Allahın hediyesidir, dedi alçak bir sesle.
Diğer hizmetkârlarla birlikte göz açıp kapayıncaya kadar bir süre içinde koyunu kestiler, derisini yüzdüler, iç organlarını yüksek bir yerden aşağı attılar, kanını toprakla örttüler ve hepimize yetecek kadar “fizoneg”ler hazırlayıp pişirdiler. Karnımızı doyurduktan sonra hepimiz olduğumuz yerde uzandık ve uyuduk.
Sabah uyandığımda annemi hala gece bıraktığımız gibi kızının başucunda öyle otururken buldum. Hazırlandık ve cehennem yolculuğuna çıktık yeniden.
İşte karşıdan bir sığır sürüsü geliyor. Çobanı en önde oldukça iyi besili bir öküzün sırtında ve uzun bir ağızlığın ucun ataktığı sigarasını içerek ve bize dar yolda kenara çekilmemizi işaret ediyor. Biz ağzımız açık kenara çekildik ve bu sığır sürüsünün geçişini seyrediyoruz.
Neden sonra sürü çobanından öğrendik ki şu ilerideki dağın ardında bir köy var. O tarafa doğru yöneldik ve birkaç saat sonra köye vardık. Köyde hepimize ayrı ayrı yatacak yerler verdiler. Herkes biraz olsun dinlenecek yer bulmanın sevincini yaşıyordu. Olduğumuz yerde kimimiz oturur halde kimimiz de uzanarak dinlenmeye çekildik.
Sevgili annemin bembeyaz yüzü bugün de gözlerimin önünde canlı duruyor. Hasta kız kardeşimin başucunda öylece gözlerinin içine bakıyor, sessiz ve içine akıttığı gözyaşlarıyla. Kardeşim yatağında titremeleri ve sayıklamalarıyla bizleri de alıp bir hüzün vadisine götürüyordu. Yorgunluk ve uykusuzluk üstün geldi ve gözkapaklarım uyumaya kapandı.
Bir ara rüyamda yürek parçalayan bir ağlama ve haykırma arası bir sesler duydum ve uyandım. Keşke uyanmasaydım! Annem iki eli ile yüzünü kapatmış artık ölmüş olan kardeşimin başucunda hıçkırıklarla ağlıyordu. Korkumdan kalkamadım yataktan ve yüzümü duvar tarafına çevirip ben de hıçkırarak ağlamaya başladım.
Çok geçmeden herkes uyandı ve ağlamaya başladılar. Zavallı kız kardeşim için hayat burada sona erdi, hastalığının ne olduğunu, neden öldüğünü dahi öğrenemedik. Ölüme karşı çok mücadele etti ama sonunda yenildi…
Babama haber verdiler kardeşimin ölümünü. O başka yerde kalıyordu. Üzüntüsünden tek bir kelime dahi etmedi. İkinci gün kardeşimi bir kefene sardılar ve tabutun içine koydular. Mezarlığa doğru giden kafilenin başında iki imam ve bizimkiler vardı. Ne babamı ne de beni bırakmadılar defin törenine.
Definden sonraki gün bu uğursuz evden ve köyden ayrıldık ve tekrar zorlu yolculuğumuza çıktık. Ben de babam, amcam ve onun iki oğlunun yanında gerçek bir atlı gibi atın sırtında gidiyordum. Arabalar ve aileler önden gidiyordu biz de onları arkadan takip ediyorduk.
Köyden çıktıktan sonra babam bir ara ayrıldı ve mezarlığa doğru gitti. Biz de ardından takip ettik. Kesik kesik ve mırıldanarak Kuran’dan dualar okudu, sonunda elleriyle yüzünü üç kez silr gibi yaptıktan sonra “Ommen”, dedi. Sonra da İronau: “Ruxcag y”, dedi. Tıpkı göçebe atalarımızın “sit tibi tere levis!” (: toprağın pamuk gibi yumuşak olsun!) dediği gibi.
Hiç ot dahi olmayan bir düzlüğe geldik. Kürtler bize dostluk göstermediler, kamalarını göstererek bize bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı.
Nihayet uzakta bir yerlerde evlere benzer bir şeyler gördük. İlk karşılaştığımız adama sorduk “orası nedir, neredir”, diye.
-Orası Kars’tır, diye yanıtladı adam.