TARİH
İskitya'dan Kamelota
Muhtemelen dünyada en iyi bilinen efsane, Kral Arthur ve yuvarlak masa şövalyeleri efsanesi; yaklaşık 30 yıl önce insanların Kamelot tutkusuna şahit olmuştum. O yıllarda Dartmouth Üniversitesi’nde öğrenciyken “casque & gauntlet” (miğfer & eldiven) adlı bir derneğe katılmıştım. Oldukça görkemli bir törenle derneğin her üyesine birer efsane kahramanının adı veriliyordu ve ondan sonra kendimizi şövalyelerin büyülü dünyasında buluyorduk. Dernek, Dartmouth’ta halen faal, diğer kampüslerde de benzer dernekler var. Efsanelerin günümüzde bile ne kadar diri olduğuna dair bir başka kanıt da şu; büyük gazetelerde okuduğuma göre İtalya’da yaygın bir dini tarikat da, İngiltere’de amatör bir tarihçi de kutsal kadehin onlarda olduğunu iddia ediyorlarmış! [2]
Bu küflü masalın kökenleriyle ilgili yanılgılarımız gerçekten dikkate değer. Bilim, Kral Arthur efsanesinin farazi Kelt kökenlerini analiz ederken çoğunluk onun halis muhlis İngiliz olduğunu düşünür. Sokaktaki insan için “yuvarlak masa”nın İskit kökenli olduğu iddiası hayli abes olacaktır, hem de halkın sadece çok çok küçük bir kısmi İskitleri duymuşken. Bu da tarihimizin ana hatlarını anlayabilmek için yeni baştan eğitimin ne kadar önemli ve altından kalkılması güç bir vazife olduğunu gösteriyor.
C. Scott Littleton ve Linda A. Malcor’un harika çalışması bu çabalara mükemmel bir başlangıç teşkil ediyor. Gerçekten de bu çalışmanın muazzam yankılar uyandırmasını umut ediyorum.
Kral Arthur ve yuvarlak masa şövalyeleriyle ilgili yüzlerce kitap yazıldı, ancak bence bu, bugüne kadar yazılanların içinde en önemlisi. Hakikaten, sadece Kral Arthur ve şövalyeleriyle ilgili yazılan en önemli kitap değil, aynı zamanda bu yüzyıl boyunca yapılan en kayda değer bilimsel çalışmalardan da biri. Bu ateşli övgülerimin sebeplerini ilerleyen paragraflarda inanın siz de göreceksiniz.
Malum, günümüzde halka göre hiçbir şey “Kamelot ve kutsal kadeh” hikâyesinden daha İngiliz (ya da bilimsel çevrelere göre Kelt) olamaz [3]. Oysa bu nefis kitabın yazarları su götürmez bir şekilde efsanenin, anavatanı Avrasya stepleri olan antik İrani halklara dayandığını kanıtlıyor.
İskit kavramı halen belirsiz olmakla birlikte, MÖ. 1. binyılda Avrasya steplerinde at koşturan ve İrani dil konuşan halklar için kullanıldı. Bu halkları oluşturan tüm boyların adlarını bilmiyoruz ancak bunların topunu rahatça “İskitler” diye adlandırmak bilimsel bir gelenek. İçlerinden en iyi bildiklerimiz de klasik-antik çağlarda Karadeniz steplerinde yaşamış olanlar. Bu halklar hayvan motifli zarif altın işlemeciliğiyle, fevkalade binicilikleriyle, girift zırhlarıyla, mükemmel metal silahlarıyla, okçuluk yetenekleriyle, cesaret ve güçleriyle nam salmışlardı. Karadeniz’in kuzeydoğusundan Uralların güneybatısına tüm stepleri arşınlayan klasik-antik çağ İskitleri, Çin sınırlarına kadar tüm Orta Asya’ya uzanmışlardı. Karadeniz-Ural İskitlerini geç klasik çağlarda Sarmatlar ve daha sonraları Alanlar gibi yine İrani gruplar izledi.
Littleton ve Malcor, Arthur efsanelerinin açıkça İrani nitelik taşıyan öğelerinin kesin kaynaklarını bulmak için dikkatlerini doğruca Sarmatlara, özellikle de Yazigelere, ve soydaşları Alanlara yöneltmişler [4]. Arkeolojik, sanatsal, tarihi ve dilbilimsel kanıtlara dayanarak biliyoruz ki tüm bu İrani halklar Avrupai bir fiziğe, genellikle sarı saçlara ve mavi gözlere sahiplerdi. Hem kültürleri hem de doğuştan gelen fiziki özellikleri birçok yönden Avrupalıları andırıyordu -ki aslına bunlar Avrasya steplerinden gelen Hint-Avrupalı halklar için pek de beklenmedik nitelikler sayılmaz. Elbette güneye göç eden ve oralı yerel halklarla karışan İrani halklardan (yani Persler ve Medler’den) farklıydılar. Hatta onlarla, sonraları doğudan gelen ve tamamen farklı lisanlar konuşan diğer bozkır göçebeleriyle olduğundan (Hunlar, Türkler, Moğollar) bile daha az benzer tarafları vardı.
Osetler işte bu antik çağların kuzeyli İranileri’nin Moğollar ve doğulu diğer göçebelerce itildikleri Kafkas dağlarında yaşayan son kalıntıları. Birçok yönden gelen askeri, kültürel ve siyasi tehditlere rağmen şaşırtıcı bir biçimde arkaik İrani dillerini ve Nartlar’dan bahseden söylencelerini koruyabilmişler. Nart söylenceleri, Roma İmparatorluğunun çöküş yıllarında Sarmatlar ve Alanlarca Karadeniz-Ural steplerinden Galler ve Britanya’ya taşınan antik batı İskit hikâyelerinin bir deposunu oluşturuyor sanki. Nart söylenceleri Arthur efsanesiyle öyle çok, öyle inanılmaz benzerlikler taşıyor ki ikisi arasında bir ilişkinin varlığını inkâr etmek gerçekten imkânsız!
Yazarlar iddialarına MÖ. 2. binyıla uzanan arkeolojik temellerden başlıyorlar ve sonra Heredot, Ammianus, Marcellinus gibi klasik yazarların notlarıyla devam ediyorlar. Bu kaynaklar vasıtasıyla Kuzey Kafkaslardan ve Karadeniz-Ural steplerinden çevreye dağılan çeşitli kuzeyli İrani grupların hareketlerini izlemeye çalışmışlar. Bu gruplar dışarı doğru yayılırken Akdeniz sahili ve Avrupa da dâhil olmak üzere tüm çevrelerini etkilemişler. Hareketleri sırasında Romalılarla ilişki kurmuş ve savaşmışlar. Bu süreçte çok önemli bir dönüm noktası da Sarmatlar’ın Marcus Aurelius kuvvetlerine yenildikleri Marcomanya savaşıydı -ki bu savaştan sonra 5500 Yazige, Hadrian Seddi boyunca savunmayı güçlendirmek üzere zırhlı destek süvarileri olarak zorla Britanya’ya gönderilmişti. İşte bu, Arthur efsanesinin temelini atan Sarmatların Britanya’ya ilk geniş çaplı nüfuzuydu. Zaten bu usta savaşçıların ezici çoğunluğu bir daha asla evlerine dönmedi. Lancashire şehri Ribchester kasabası yakınlarındaki büyük Roma süvari üssü Bremennacum Veteranorum’daki gibi bir askeri yerleşimde kaldılar.
Kuzey İrani halkların bölge kültürüne ikinci büyük nüfuzu Alanlarca oldu. Alanların İrani bir halk oldukları kesin. Aslında isimleri de muhtemelen sesbilimsel olarak “Aryen” kelimesinin dönüştüğü “İran” kelimesinin bir türevi (Alan kelimesi Osetlerin başlıca diyalekti İronca’da hiçbir şey ifade etmiyor, yine de “asil” anlamına gelen aynı kelimenin başka bir türevi). Yazarlar Avrupa’daki Alanlarla ilgili tarihi kaynaklara ilişkin çok ayrıntılı bir çalışma yapmışlar. Bu hummalı ön çalışma en inatçı yabancı düşmanları hariç herkesi Avrupa tarihi ve kültürünün tamamen yerel olarak kendi kendine meydana gelmediğine ikna edebilecek güçte. Eser, aynı zamanda dünyanın diğer bölgelerinin tarihini araştıranlar için de harika bir model teşkil edebilir.
Yazarlar, kitabın çeşitli bölümleri sırasında okuyanı, aşağıdakiler de dâhil olmak üzere efsanenin en önde gelen özelliklerine topyekûn ya da peyderpey İskitlerin (yani Kuzey İranilerin) kaynaklık ettiğine ikna edebilir.
-Arthur, Lancelot, Perceval, Galahad, Gawain, Kay, Tristan, Bedivere, Bors, Caradoc, Kral Ban De Benoich, Sakat Kral, Aziz George, Elaine (Helaine), göldeki kadın ve diğer karakterler.
-Öykünün kılıç merkezli olması.
-Kahramanın kılıcını bir su kütlesine atması ve suyun köpürmesi.
-Taşa saplı kılıç hikayesi.
-En cesur kahramanın şölene gelişinden hemen önce ortaya çıkan, asla boşalmayan kadeh/kazan. (Yazara göre bu, kutsal kadeh efsanesinin doğuda ve batıda ne kadar yaygın olduğunun bir göstergesi. Araştırmaları sonucunda bu efsanenin birçok versiyonu olduğunu keşfetmişler).
-Sık sık tekrarlanan ejderha/yılan teması ve tasviri.
-Kadın ve yılan arasındaki bağlantı (örneğin “göldeki kadın” figürü ile beyaz yılana gönderme yapılıyor.[5])
-Savaşçı kadınlar ve onların suyla ilişkisi. (Amazonlarla ilgili Yunan ve Çin efsaneleri hiç şüphesiz İskitler ve sonrasında diğer göçebe kabilelerin erkekleriyle omuz omuza savaşan kadınlarından esinlenilerek yaratılmıştı.)
Littleton ve Malcor her türlü kuşkunun ötesinde Arthur efsanesinin kuzey İrani kaynaklı olduğunu ispatlıyor. Ancak efsanenin tamamen İskit olduğunu iddia etmiyorlar. Arthur’un babası Uther Pendragon (Galce “askerlerin muzaffer önderi” anlamına geliyor) veya aşağıda göreceğimiz gibi kraliçesi Guinevere (İrlanda dilinde Finnabair –“beyaza doğan” anlamında, Yunanca Afrodit’in “köpüğe doğan” anlamına gelmesi gibi-), Welsh Gwenhwyfar (beyaz hayalet anlamında) gibi birçok canlı figürün apaçık Kelt kökenli olduğunu da belirtiyorlar. Neticede efsanenin ana örtüsü Kelt ve tabii ki Hıristiyan, Cermen ve diğer unsurlardan oluşuyor.
Bu inandırıcı sonuçlar efsaneyle ilgili genel kanıdan o kadar uzak ki, ne bilimsel çevrelerle ne de halkın geneliyle bu konuda uzlaşmak mümkün gözüküyor. Yine de biz bu yeni anlayışı benimsemeli, tarihi çarpıtacak girişimlere meydan vermemeliyiz.
İrani mitlerin ve efsanelerin etkileri yalnızca Britanya’yla sınırlı kalmadı. Kral Arthur efsanesinde de bulunan İrani motifler Uzakdoğu’da, Çin hikâyelerinde de göze çarpıyor. Örneğin MÖ. 6. ve 5. yüzyıllarda yaşamış Wu Tzu-Hsü adında bir kahramanla ilgili 8. yüzyıla ait ünlü bir masalda aşağıdaki pasaj yer alıyor;
“...ve kılıcını nehre attı. Kılıç ruhani bir parıltıyla suya çarptı, fışkırtıyla üç kez suya batıp üç kez su yüzüne çıkarken parıl parıldı. Sonra suyun yüzünde batmadan kaldı. Nehir tanrısı çok uzaklardan kılıcın gürlemesini duymuştu, suları çılgınca köpüre köpüre titreterek birbirine kattı. Balıklar ve kaplumbağalar korkuyla karaya fırlatıldılar. Ejderler yarış halinde sudan dışarı kaçıştılar. Nehir tanrısı kılıcı eline aldı ve korkuyla Wu Tzu-Hsü’den onu geri almasını istedi.”
Malory’nin Morte d’Arthur’unu okuyanlar bu sıra dışı betimlemeyle Kral Arthur’un büyülü kılıcı Ekskalibur’un öyküsü arasındaki benzerliği hemen farkedecektir.
Bu 8. yüzyıl Çin masalındaki “fokurdayarak suyun yüzüne çıkan kılıç” motifi bir tesadüf olamaz, çünkü aynı motif 3. yüzyılda yaşamış bilgin ve devlet adamı Chang Hua’nın hayat öyküsünde de yer alıyor. 7. yüzyılın başında eski kayıtlara dayanarak derlenmiş “Chin’in tarihi”nden bir alıntı sunuyorum:
“Ejder Membaı ve bir başka kılıç, T-ai O, göklerdeki pembe ışıkların manasını kavrayan Lei Huan adlı bir müneccim tarafından alıkonuyordu. O öldüğünde kendine ayırdığı kılıç (diğerini Cheng Hua’ya vermişti) oğluna geçti. Oğlu bir gün bir nehirden geçerken kılıç kendiliğinden, kendi rızasıyla suya atladı ve suyu şiddetle birbirine katan iki ejder kılıcı sardı. Bu, kılıcın son görülüşü oldu.”
Wu Tzu-Hsü’nün kılıcının da adı “ejder membaı” idi. Yani onun hikâyesinin yazarıyla Chang Hua’nın hayat öyküsünü derleyen açık bir biçimde aynı kaynaktan beslenmiş olmalı. Dolayısıyla bu İrani öğeler, Çin literatürüne önemli bir kaynak teşkil ediyor ve yerli söylencelerin bir parçası olarak kabul ediliyor.
İrani motiflerin Çin literatüründe yar almasıyla ilgili çok daha fazla örnek verilebilir. Yukarıda kuzey İrani kaynaklı “beyaz yılan”ın, Arthur efsanesinde yer aldığı zikredilmişti. Çin’de de bu büyüleyici dişi imge, günümüzde Çin sanat dünyasında da hala yaşayan birçok son dönem ortaçağ masalında yer alır. Bilim çevreleri uzun zaman Hint dilinin ve literatürünün Budizm vasıtasıyla Çin’i etkisi altına almasından korkmuşlardı. Ancak bugün görüyoruz ki Hint kültürünün kız kardeşi, İran, en azından ortaçağ boyunca Çin’i önemli ölçüde etkilemiş.
İranilerin Çin’de aktif rol oynadıklarına ve yerel kültürü birçok yönden etkilediklerine dair epeyce kanıt mevcut. Örneğin sağlam arkeolojik ve epigrafik veriler MÖ. 8. yüzyılda Zhou hanedanı sarayında bir Magi bulunduğu ve hanedanın ayinlerinde önemli rol oynadığını gösteriyor (6). Orta Asya’daki kazılar batıdaki Hint-Avrupalı yerleşimlerle Çin arasındaki boşluğu dolduruyor, Çin ve Batı’nın en azından bronz çağından beri ilişkide olduğunu gösteriyor.
Bu Avrasya kültürel bağlantıları Çin’de de durmamış. Littleton ve Malcor kılıç ve kılıç ustalığına duyulan geleneksel Japon ihtiramının Arthur efsanelerinde bu kadar önemli rol oynayan kılıç figürüyle aynı kökenden gelebileceğini öne sürüyorlar. Öte yandan Littleton Hint-Avrupa mitolojisinin Japon efsaneleri üzerine etkilerini araştırmıştı ve Japon araştırmacılar Taryo Abayashi ve Atsuhiko Yoshida, Dumézil’in analiz yöntemlerini Japon efsaneleri ve sosyal yapısı üzerinde başarıyla uygulamışlardı. Burası, Japon devletini kuranların bozkır süvarileri olduğunu iddia eden Namio Egami ve Gari Ledyard’ın teorilerini tartışmanın yeri değil ancak görünen o ki artık bunların üzerinde ciddi ciddi düşünmenin vakti geldi.
Ne zaman biri bu çağrıya kulak verecek kadar cesur ve gayretli olsa, birileri derhal yüksek sesle tüm kültürlerin birbirinden bağımsız olduğunu söylemeye başlar. Ancak bu yaklaşımın mantıksal sonucu olarak tarafsız bir küresel tarih fikri benimsememiz gerekiyor, yoksa sonunda kendi tarihimiz bile güvenilmez olacak. Eğer kültürlerin gelişimine tamamen bağımsız ve bir diğerinden ayrıymış gibi bakmaya devam edersek sadece tarihi çarpıtmış olmayız, aynı zamanda insanlığı birbirine bağlayan bağları da yadsımış oluruz.
“İskitya’dan Kamelota” kitabını ilk okumaya başladığımda, kitabı kesinlikle perçinleyici buldum. Oysa çok nadiren böyle tahrik edici fikirleri sağlam temellerle sunan bir çalışmaya rastlıyorum. Herhalde kültürel tarihe çok dar bir bakış açısıyla bakan insanların yeni fikirlere şiddetle karşı çıkacağı gerçeğinden çekinmeleri yüzünden iddialarının her aşamasında karşı fikirleri dikkatlice tartmışlar. Ayrıca yazarların bilimsel dürüstlüğünün bir başka emaresi olarak Kral Arthur’un aslında ikinci yüzyılın sonlarında Hadrian Seddi’nin korunmasında Yazigeler’in komutasına atanan Romalı bir komutan olan Lucius Artorius Castus olabileceğine dair çok sağlam temelleri olmasına rağmen bunu keşfedilmiş bir gerçek olarak iddia etmemeleri gösterilebilir. Aslında yazarlar “gerçek” Arthur’un 5. Yüzyılda Galler’de askeri maceralara atılan bir Briton kralı olabileceğinden daha eminler sanki.
Benzer şekilde yazarlar her ne kadar kendi hipotezlerini ciddi anlamda destekleyecek dahi olsa yeterince güvenilir bulmadıkları kanıtları kullanmaktan çekinmişler. Örneğin Kral Arthur ve kraliçesi Guinevere arasındaki aşk ilişkisi birçok yönden Nart destanlarındaki Batraz ve Satana’nın ilişkisini andırıyor. Oysa yazarlar bu bölümü Lancelot’un en ilk efsanelerinde bulamamaları yüzünden eserlerine almamışlar bile (7).
Yuvarlak masa’nın en ünlü kadın karakteri Kraliçe Guinevere, neredeyse (Kelt öğelerle kaplı ancak temelde Alan-Sarmat içerikli) Arthur efsanesinin önemli karakterlerinden tek Kelt kaynaklı olanı. Hâlbuki efsanede Arthur’un kraliçesi İrlandalı Mebd’in kızı Finnabair’dir. Finnabair ise aslında kralın tüm ülkeye egemen olabilmesi için birleşmesi gereken, sonrasında da önemini yitiren bir verimlilik-doğurganlık tanrıçasıydı.
Yazarlar ancak en iyi elyazmalarına itimat etmişler ve sadece Arthur efsanesinin gelişimini etkileyen birincil ve ikincil kaynaklarla ilgilenmişler. Kitap iddialı ve ukala olmaktan uzak, dürüstçe oluşturulmuş. Littleton ve Malcor okumayı zorlaştıran mesleki jargondan da kaçınmış.
Littleton ve Malcor’un çalışmalarının en dikkate değer yönlerinden biri de isimlerin etimolojisine gereken önemi vermiş olmaları. En can alıcı ve cesur teorilerinden biri (Arthur efsanesinin en önde gelen kahramanlarından biri olan) Lancelot isminin kaynağının Alauns-lot olabileceği fikri. İlk bakışta yeterince inanılır gelmemesine rağmen bu teori kitaptaki bir yığın coğrafi, tarihi ve edebi bilgilerle destekleniyor ve bu etimolojik açıklama ikna edici bir hal alıyor.
Yazarlar kitaba biri kökenlerle, ikincisi (Şarlman, Cornwall, Brittany, Constantine, Orkney ve Arimathealı Joseph’in tümünün de Alan kanı taşıdığını gösteren) gerçekten şaşırtıcı soyağaçlarıyla ilgili, üçüncüsü de Arthur’un Britanya’da yaptıklarıyla ilgili, isimlere ilişkin üç ilave eklemişler.
Littleton ve Malcor bu açıklamaları ilk kez ve tamamen kendileri bulmuşlar gibi de davranmıyorlar. Çalışmalarını Joël Grisward, Georges Dumézil, Bernard S. Bachrach, Helmut Nickel, Jean Markale, Jehangir Cooverjee Coyajee ve J. P. Mallory gibi kendilerinden önceki bilim adamlarının çalışmaları üzerine inşa ettiklerini kabul ediyorlar. Yazarların yaptığı konuyla ilgili kafa karıştırıcı kaynaklardan gelen muazzam miktarlarda bilgiyi birleştirmek ve onu Arthur efsanesinin İrani kaynaklı olduğuna dair su götürmez bir iddiaya dönüştürmek ki bu gerçekten takdire şayan bir başarı.
“İskitya’dan Kamelot’a” Kafkasya ve Kafkas dilleri konusunda tanınmış bir otorite olan John Colarusso’nun ustaca önsözüyle başlıyor. Önsözde Colarusso kitabın Arthur efsaneleri ve genelde tüm batı uygarlığı ile ilgili uyandırdığı yankılara şükranlarını sunuyor ve bir uzman olarak Littleton ve Malcor’un çalışmasını genelde Hint-Aryen ve Hint-Avrupa ile ilgili çalışmalar bağlamında değerlendiriyor. Kitap, geniş kapsamlı bir bibliyografi ve kullanışlı bir indeksle sona eriyor. Kitabın değeri çok eski on dokuz el yazması ve sanat eserinin fotoğraflarıyla, sekiz resim ve çizelgeyle, on dokuz bilgisayar ürünü haritayla daha da artmış.
Kitapta bahsetmeye değmeyecek kadar önemsiz birkaç hata da yok değil, zaten kitabın yeni baskısında yazarlar gözlerine çarpan hataları düzeltmişler.
“İskitya’dan Kamelot’a” tabii ki Arthur efsanesinin kökenleriyle ilgili söylenebileceklerin sonu değil. Buna rağmen Kral Arthur ve savaşçılarıyla ilgili müstakbel tartışmalarda kaçınılmaz bir mihenk taşı olduğu söylenebilir.
Bu kitabın vardığı sonuçlar yine de şimdiye kadar Arthur hakkında yapılmış çalışmaların çok uzağında. Çalışmanın alışılmadık genişliği sayesinde “İskityadan Kamelota” kitabının, İngiliz/Kelt/İrani halkların arkeolojisi, antropolojisi, mitolojisi, efsaneleri ve folkloru, dini ve de tarihi ile ilgilenen herkes için bir başvuru kaynağı olacağını düşünüyorum. Bununla birlikte kitabın tüm tarihe ve kültüre açık görüşlülükle yaklaşılması gerektiğini söylemesi bakımından hemen hemen tüm diğer alanlarda da tanınması faydalı olacaktır.
Bu muazzam öneme haiz eseri bir konferansla kutlamalıyız (hayır, bir değil, bir sürü konferansla!). Onlarca yıl kültürlerin birbirinden bağımsız olduğu dogmatik iddiasına tahammül ettikten sonra Littleton ve Malcon’un bu harika çalışması bize daha açık ve kabul edilebilir olanı, yani tüm halkların karşılıklı etkileşimini işaret ediyor. Çalışmalarının titizliği ve yarım yüzyıllık akademik retoriğin “kültürlerin kendi küçük kutularına kapalı olduğu” iddialarına karşı gelme cesareti bir ödülü gerçekten hak ediyor!