Hayri Ata
Tarih ve Kimlik
Tarihi yazanlar yapar. Tarihin gerçek aktörleri olan krallar, sultanlar, padişahlar, askerler, tüccarlar, zanaatçılar, din adamları, çiftçiler, köleler vs. “Şu yaşadıklarımızı, gördüklerimizi gelecek kuşaklara aktaralım” diyerek masa başına oturmadılar. Ya saraylarda görevli profesyonel yazıcılar oturup olan biteni emrinde çalıştığı kralın, sultanın, padişahın vs. hoşuna gidecek şekilde yazdılar ya da gezginler, tüccarlar, komşu ülkeler görevlileri olayları duydukları kadarıyla, onu da abartarak, süsleyerek, eklemeler, çıkarmalar yaparak yazdılar. O nedenle günümüzün tarih araştırmacıları ve okuyucuları sürekli bir sıkıntı içindedirler. “Acaba bu okuduklarım gerçek mi? “Tarihi gerçek” acaba başka türlü mü? Bu okuduklarımı yazan “yazıcı” gerçekten tarafsız ve objektif olarak mı yazdı bu yazdıklarını yoksa ait olduğu halkın veya sevmediği, karşı olduğu başka halkların tarihi hakkında yanlı mı davrandı?” Bu düşünceler haklı olarak önce araştırmacıların sonra da dikkatli okuyucuların kafasında her zaman vardır. Çünkü tarih yazımında “yanlı” ve “sübjektif” değerlendirmelerin örnekleri çoktur.
Tarih hakkında yazarken “yazılı belge” birinci derecede gerekli ve zorunludur, ama yeterli değildir. Yazılı belgeler daha başka ve bağımsız yazılı belgelerle ve maddi kanıtlarla desteklenmelidir. Hele yazılı uygarlıklar öncesi tarihle ilgili yapılan araştırmalar sadece maddi kanıtlara dayandığı için işler daha da zorlaşır. Bu nedenle arkeolojik kazılardan çıkan her bir parça buluntunun çok ince elenip sık dokunması gerekir. Bu buluntuların üçüncü tarafın olası bir yazılı belgesiyle desteklenmesi gerekir.
Bizim, Osetler olarak, uzak atalarımız olan İskit – Sarmat – Alan halkları ile ilgili kısa da olsa bir tarih yazımı bu nedenlerle oldukça zor. Zor, çünkü birbirinin devamı olan bu halklardan bize kadar gelen hemen hemen hiçbir yazılı belge yok. Bu halklar daha çok göçebe ve savaşçı halklar oldukları için yerleşik devletler kurmamışlar; bu nedenle de yazılı uygarlığa geçmemişler. Yerleşik oldukları yerlerde de zorunlu olarak Yunan, Latin, Pers vs. dilleriyle yetinmişler. Biz bu halklar hakkında bildiklerimizi Eski Yunan, Roma, Bizans, Arap, Pers, Çin, Rus, Gürcü vs. yazılı belgelerinden öğreniyoruz.
Uzak atalarımızın yaşadıkları coğrafyalar Asya’dan Portekiz’e oradan Kuzey Afrika’ya kadar uzanıyor ve bütün bu coğrafyada özellikle geç Antik Çağ’da ve erken Ortaçağ’da kurulan ve yıkılan uygarlıklara etkilerinin büyük olduğunu biliyoruz. Bugün dünyanın sayılı üniversitelerinde bu halkların yaşam biçimleri, maddi kültürleri, dilleri, savaş sanatları, mitolojileri vs. akademik araştırma konusudur ve yüzlerce akademisyen bu konularda araştırma yapmaktadırlar.
Bilmediğimiz bir şey bizim için yok hükmündedir. Bu tarih için de böyledir. Tarihimizi biliyorsak vardır, bilmiyorsak yoktur. Tarih bize kimlik bilinci edinmemizi sağlar. İnsan denen varlık tek başına var olan değil ama sosyal bir varlıktır. Ailesi, çevresi ve içinde yaşadığı toplumla ilişkileri bağlamında “bir varlık”tır. Farklı toplumlar da diğer toplumlarla ilişkileri bağlamında vardırlar. Yanı sıra, her bireyin ve toplumun bir geçmişi, bir tarihi vardır; gerek bugün gerekse gelecek kurguları kendi geçmişleri ile doğrudan bağlantılıdır. Bu bütünlük kimlik dediğimiz sosyal gerçekliği tarif eder. Kısaca, geçmiş, bugün ve gelecek birbirini tamamlayan, bütünleyen bir birliktir; bu bağ sağlıklı bir şekilde kurulduğu zaman gerek bireyler gerekse toplumlar geleceği daha güvenle ve sağlıklı kurabilirler… İşte tarih bize bu “kimlik” bilincini verirken bizim geçmişimizi, bugünümüze ve geleceğimize bağlayan önemli bir köprü olma işlevini yerine getirir aynı zamanda.